Hayat bizi neden yoruyor?

17/8/2020

Hayat bizi neden yoruyor?

İnsanı yoran hayattan daha çok, hayatın akışına kendini bırakmaya karşı gösterdiği direnç olabilir mi?


Kaosun zihnimizdeki imajı pekiyi değil. Onu daha çok kargaşa olarak tanıyoruz. Ne hayatımızdan çıkarabiliyoruz ne de bağrımıza basabiliyoruz. Sanırım belirsizliğe, öngörülemezliğe kendimizi bırakmakta zorlanıyoruz. İplerin elimizde olmasını, düzene hâkim olmayı arzu ediyoruz. Zamanda yolculuk yapmayı, kendince bir şeyleri “düzeltmeyi” hayal ediyoruz. Bununla ilgili onlarca film bile çevrildi ve çok ilgi görüyor. Hayal ürünü süper kahramanlar çıkarıyoruz. İnsandaki bu güç tutkusu da aslında hayatı kontrol edebilme arzusuyla ilişkili.


Kaos, belli kanunlara dayalı öngörülemeyen, karmaşık bir düzen halidir. Edward Lorenz, “Kelebek Etkisi” adıyla bilinen teorisiyle bunu açıklamıştı. Merak edenler “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi” filmindeki şu kesiti izleyebilirler. Bu filmdeki sahnenin benzeri, birçoğumuzun başından geçmiştir aslında…


Çocukların öngörülemez davranışları da kaosun bir parçasıdır. Kaosla barışmayan biri için kardeş kavgaları çok sevimsiz görünür. Kontrol edemediği, sürekli dürtü aldığı, can sıkıcı, baş belası bir olay… “Uslu çocuk” hayranlığımız buradan gelir. İnsanın en temel duygularından biri olan “güven duygusu (kendini emniyette hissetme hali)” zayıf olunca doğal olarak kaygı düzeyi yüksek olur. Kaygı seviyesi arttıkça da kontrol duygusu güçlenmeye başlar. Kişinin kendini bulunduğu ortama, bağ kuracağı kişiye öylece bırakması zorlaşır. Gösterdiği direnç de insanı yorar. Yani insanı yoran hayattan daha çok, hayatın akışına kendini bırakmaya karşı gösterdiği direnç olsa gerek.


Hayatın kaos içeren seyrini kontrol etmeye çalışmak, tsunami karşısında efelenmek gibi bir tablo oluşturur. Öyleyse insan, sebepler dairesinde kendine düşenleri sonuna kadar yapmalı ve sürprizlere açık olacak kadar ruhsal genişliğe erişmeli. Hayatı boyunca duyacağı onlarca “Hayır” cevabının belki de henüz vakti gelmemiş bir “Evet” için olacağını unutmamalı.


Ne gariptir ki, düzen isteyen insan aradığı rahata erişince onu da beğenmez. Kalabalıktan bunalır, yalnız kalınca sıkılır. Sıcak olsa pofurdar, soğuk olsa kıkırdar. Rahatlığın getirdiği boşluk ile arıza çıkarmaya başlar. Onun için insanın müspet meşguliyeti olmalı ki, menfi işgale uğramasın.


Ağacın hışırtısı, suyun şırıltısı, kuşun cıvıltısı tamamen düzensizdir. Ama yine de insana huzur verir. Eğer kendini doğaya bırakabilirse…


Çocuklaşmak, çocuk gibi hareketler yapmak düzensizdir. Ama yine de insana iyi gelir, tebessüm ettirir. Eğer kendini çocuğa bırakabilirse…


Unutmak, bir şeylerin aklından uçup gitmesi problem gibi görünebilir. Ama bazı şeyler unutulmasa hayat asıl o zaman çekilmez olur. Tabii insan kendini âna bırakabilirse…


Direnç arttıkça hayat da çekilmez oluyor


İnsan tabiatın bir parçası. Doğadaki kanunlarla iç içeyiz. Hepimiz fizik, kimya, biyoloji, matematik kanunlarına tabiyiz. Kanunları ve işleyişini anlamak insanın kendini anlamasını kolaylaştırıyor. Kendimizi anladığımız kadar da hayatı doğru anlamlandırabiliyoruz. Çünkü doğadaki kanunların benzerleri insan ilişkilerinde kendini gösteriyor.


Malum cereyan, “akma, akım, akıntı, akış” anlamlarına geliyor. Sizi okul yıllarına götürerek çok temel bir fizik kanunu hatırlatmak istiyorum: Akım daima direnç olmayan yolu izler. Yani görseldeki K anahtarı devreye girerse lamba (direnç) yanmayacaktır. 



Metaforik anlatımları seviyorum ve bence daha kalıcı oluyor. Bu fizik kanunda olduğu gibi hayatın kendine ait seyri, akışı yani cereyanı var. İnsan bu akışa direnç göstermeye başladığı an lamba yanmaya başlıyor. Gösterdiği direnç arttıkça hayat çekilmez oluyor. Tıpkı direncin artmasının elektrik akımının geçişini zorlaştırdığı gibi. Burada “başımıza ne gelirse nasip, kısmet, başa gelen çekilir” şeklinde bir yaklaşımdan bahsetmiyor. Bizim irademiz dışında cereyan eden olaylar oluyor. Kişi kendini bu kadar kasmasa belki o olayları daha kolay atlatacak. Tam bu noktada “kabullenme” giriyor işin içine. Etimolojik olarak kabul, “direnmeme ve yüzleşme” anlamları taşıyor.


“Harika! Doğanın kanunu buymuş; hadi herkes yapsın o zaman” deyince olmuyor tabi. Dirençsizlik, savunmasızlık, yüzleşme o kadar da kolay gerçekleşmiyor. Ciddi bir ruhsal genişlik istiyor.


Sizinle bir hatıramı paylaşayım. Sabah bel ağrısıyla uyandığım bir gündü. İşe gitmeden önce eşimden belime kantaron yağı sürmesini istedim. Sabahın nurunda kavanozu açarken elinden kaydı ve ortalık battı. Ben de “Demek ki neymiş, kavanozu havada açmayacakmışız…” deyiverdim. Tabi bu patavatsız cümlem karşısında “Tam da ihtiyacım olan cümleydi! Halının yağ olduğuna mı üzüleyim, yoksa bunu duyduğuma mı?” deyince kendime geldim. Özür diledim ama tabi ki, trafikte dörtlüleri yakınca her yerde duramayacağınız gibi özür dileyince de her şey hemen düzelmiyor.


Benim bu çıkışımın arkasındaki, nedenlerden biri “problem çıkmasına” karşı olan direncimdi. “Nereden çıktı şimdi bu! Ne gerek vardı! Tam da zamanıydı… Hep beni bulur zaten…” vs. yaklaşımlar bu direncin birer tercümanı aslında. Kişi kendiyle (direnciyle) yüzleşemediğinde de problemin oluşmasına vesile gördüğü kişiyi suçlamaya, değersizleştirmeye kaçabiliyor. Evet, bu bir kaçış!


Kardeş kavgalarına da bu nazardan bakılabilir. Aslında ebeveyn içinin kabarmasından, dürtü almasından dolayı duyduğu acıyla yüzleşmek yerine, dürtünün kaynağını yok etmeye kaçıyor. Kimi zaman ceza veriyor, kimi zaman ödül veriyor ve biran önce çatışmayı bastırma yoluna gidiyor. Ebeveynin bastırdığı şeyin, çatışmanın kendisi değil, duyguları olduğunu fark etmesi ise duygusal farkındalık istiyor. Evet, ebeveyn aslında kendi yetersizliğini, çaresizliğini, değersizliğini, emniyetsizliğini duymaktan kaçıyor. Hâlbuki duygusal onarımın gerçekleşmesi için bu köken duygulara temas etmek gerekiyor. Ne kadar acı verse de…

 

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere…